İki Darbe Arasında Türk Sigortacılığı: Kayıp Yıllar

Türkiye 1950’li yıllarda dış borçlanmaya dayalı bir büyüme modeli benimsemiş ancak artan ticaret açıkları nedeniyle bu model sürdürülemez hale gelmişti. On yılın sonuna doğru enflasyon hızla yükseldi, kamu harcamaları kontrolden çıktı. İşçi hareketleri ve öğrenci protestoları ülke genelinde yayıldı. Toplumsal olaylar karşısında Hükümetin sert müdahalesi var olan gerilimi daha da artırdı.

27 Mayıs 1960’ta Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir cunta, yönetime el koyarak Demokrat Parti iktidarına son verdi. Bu askeri müdahale, yalnızca bir rejim değişikliği değil, ekonomi politikalarında da köklü bir dönüşüm anlamına geliyordu. Yeni yönetim, kısa vadeli politikalar yerine uzun dönemli hedeflere dayalı merkezi planlama anlayışını benimsedi. Bu doğrultuda, birkaç ay içinde Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kuruldu ve kalkınma süreci devletin öncülüğünde yürütülmeye başlandı.

DPT tarafından hazırlanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967), dışa bağımlılığı azaltmayı hedefleyen ithal ikameci politikaları merkeze aldı. Bu çerçevede, dış kaynak kullanımını sınırlamak için dış ticaret, kambiyo ve döviz kurları sıkı bir denetim altına alındı. Özellikle altyapı, otomobil, çimento ve kimya gibi stratejik alanlarda yatırımlar desteklenirken, kamu bankaları sanayi yatırımlarını finanse eden temel araçlardan biri haline geldi [1]. Ancak, banka dışı finansal kurumlar bu plan kapsamında kendine yer bulamadı.

Darbeyle Değişen Sigortacılık

Yeni dönemin siyasi iklimi sigorta şirketlerine hemen yansıdı. Anadolu, Ankara, Güven ve Milli Re gibi kamu sigorta şirketlerinin yönetimleri hızla tavsiye edildi, yerlerine siyasi atamalar yapıldı. Özellikle devrik Ekonomi Bakanı Hasan Polatkan’a yakınlığıyla bilinen Ankara Sigorta yeni yönetimin hedefinde yer aldı. Polatkan’ın şirketin uzun yıllar acenteliğini yapmış olması, şirketi darbe sonrası dönemde siyasi bir hesaplaşmanın merkezine yerleştirdi [2]. Öte yandan, Demokrat Parti Hükümeti tarafından baskı altına alınan Genel Sigorta ise derin bir nefes alacaktı. Darbenin hemen öncesinde Genel’e dört koldan başlatılmış olan soruşturmalar sessiz sedasız rafa kaldırıldı [3].

Sigorta sektöründeki en önemli yapısal dönüşümler 1959 tarihli Sigorta Şirketlerinin Murakabesi Hakkında Kanun ile gerçekleşti. Daha önce nispeten serbest bir piyasa yapısına sahip olan sigortacılık, yeni kanunla sıkı bir denetim altına alındı. Kanunla, şirket kuruluşu, ruhsatlandırma ve teminat şartları ağırlaştırıldı. Ayrıca tarife, komisyon oranları ve ödeme süreleri gibi sektörün işleyişini doğrudan etkileyen konularda da sınırlamalar getirildi [4].

Kanunun en önemli yeniliklerinden biri, devletin sigortacılık üzerindeki denetimini sistematik hale getiren Sigorta Murakabe Kurulu’nun kurulmasıydı. Aynı zamanda, sigorta primlerinin tek bir merkezden belirlenmesini sağlayan tarife tasdik sistemine geçildi. Buna göre primler, Sigorta Tetkik Kurulu tarafından belirlenecek ve tüm sigorta şirketleri aynı tarifeyi uygulayacaktı. Eğer bir sigorta şirketi belirlenen tarifenin dışında bir risk sigortalamak veya farklı bir fiyatlandırma yapmak isterse, mutlaka Kurulu’un onayını almak durumundaydı [5]. Böylece, sigorta şirketlerinin zaten sınırlı olan risk değerlendirme özerkliği tamamen ortadan kaldırıldı.

Piyasaya Girişler Engelleniyor

Devletin sigortacılık üzerindeki mutlak hakimiyetine rağmen, bu süreçte özel sigorta şirketleri kurulmaya devam etti. Ak Sigorta (1960), Tam Sigorta (1966), Emek Sigorta (1966) ve Oyak Sigorta (1968) gibi şirketler peş peşe faaliyete geçtiler. Özellikle Türk-Amerikan sermayesi ortaklığında kurulan Tam Sigorta’nın sembolik bir önemi vardı [6]. Yaklaşık 40 yıl aradan sonra Türk sigorta sektörüne yabancı sermaye yatırımı yapılıyordu. Ancak bu gelişme, bir dönüm noktasından ziyade istisnai bir örnek olarak kaldı. Yabancı sermaye yatırımlarının yeniden gündeme gelmesi için 20 yıl daha geçmesi gerekecekti.

Sigortacılığın hâlâ cazip bir yatırım alanı olmasının temel nedenlerinden biri, sabit fiyat tarifelerine rağmen teknik sonuçların makul seviyelerde kalmasıydı. Özellikle yangın ve nakliyat branşlarında hasar prim oranları %50’nin oldukça altındaydı [7]. Sigorta tarifeleri, şirketlerin mali yapılarını güçlendirmek amacıyla nispeten yüksek belirlenirken, düşük hasar prim oranları şirketler için kısa vadede bir avantaj sağladı. Ancak bu durum, sigorta sektörünün devletle yaşadığı en önemli gerilimlerden birinin fitilini ateşledi. Sigorta primlerinin belirlenmesi, önümüzdeki on yıl boyunca sigorta şirketleri ile kamu otoritesi arasındaki en büyük tartışma konularından biri olacaktı.

Nitekim, devletin konuya bakış açısı İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1968-1972) net bir şekilde ortaya kondu. Planda, büyük bir zorunluluk olmadıkça sigorta tarifelerinin ve idari harçların artırılmayacağı belirtiliyordu. Ancak plandaki en dikkat çekici madde, “yeni şirketlerin kurulması ve yabancı şirketlerin çalışma izni almalarının teşvik edilmeyeceği” ifadesiydi [8]. Bu karar, pazara yeni oyuncuların girişini fiilen yasakladı. Sonuç olarak, Türkiye’de yeni sigorta şirketlerinin kurulması tam 16 yıl boyunca engellendi.

Tarife Tartışmaları Başlıyor

Devletin sigorta sektörü üzerindeki tahakkümü zamanla daha büyük ve yapısal sorunlara yol açmaya başladı. Bunların başında, tarife tasdik sisteminin risk yönetimi üzerindeki olumsuz etkileri geliyordu. Yeni sistem, sigorta şirketlerinin fiyatlama esnekliğini tamamen ortadan kaldırmış, bu durum ise ters seçim (adverse selection) problemini giderek daha belirgin hale getirmişti. Düşük riskli müşteriler, yüksek primler nedeniyle sigorta sisteminden çekilirken, yüksek riskli müşteriler sistem içinde kalmaya devam etti. Bu dengesizlik, sektörün risk yönetim kapasitesini ciddi şekilde zayıflattı.

Buna paralel olarak, sektörün en büyük müşterileri arasında yer alan Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT), yüksek primler nedeniyle alternatif çözümler aramaya başladı. 1960’lardan itibaren KİT’ler giderek yaygınlaşan bir şekilde dahili sigorta fonları kurarak, kurumsal risklerini sigorta şirketleri yerine kendi içlerinde oluşturdukları risk havuzlarıyla yönetmeye yöneldi. Başlangıçta maliyetleri düşüren bir çözüm gibi görünen bu fonlar, zamanla ciddi finansal riskler barındırmaya başladı. Öyle ki, 1971 yılı itibarıyla KİT’lerin dahili fonlarda biriktirdiği tutar, aynı yıl sigorta şirketlerine ödedikleri primleri aşmıştı [7]. Bu gelişme, özel sigorta şirketlerinin pazar payını daraltırken, uzun vadede kamu finansman dengeleri açısından da risk oluşturdu. Sonunda, Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1973-1977) kapsamında bu fonların kaldırılması ve mevcut fonların kamu sigorta şirketlerine devredilmesi kararlaştırıldı [9].

Tarife tasdik sisteminin bir diğer handikabı ise sigorta tarifelerinin ülkenin hızla değişen ekonomik koşullarına uyum sağlayamamasıydı. 1970’lere gelindiğinde, motorlu taşıt sigortalarında hasar/prim oranı %100’ün üzerine çıkmıştı. Artan kaza oranları ve dövize bağlı yedek parça maliyetleri sigorta şirketlerini finansal açıdan ciddi bir çıkmaza sürükledi [10].  Tarifelerin katı yapısı nedeniyle, şirketler maliyet artışlarını primlere yansıtamadı ve oto sigortalarındaki zararlar hızla büyüdü. Kısa sürede içinden çıkılmaz bir hal alan bu durum, Türk sigorta sektöründe 50 yıldır çözülemeyen “otomobil sigortalarında teknik zarar” meselesinin başlangıcı oldu.

Tasdik sisteminin belki de en yıkıcı sonucu, sigorta şirketlerini tamamen devletin kararlarına bağımlı hale getirmesiydi. Zamanla sigorta primleri, ekonomik gerçeklerden ziyade politik önceliklere göre belirlenmeye başlandı. Özellikle sanayileşme politikaları doğrultusunda, yangın sigortası primleri sanayi sektörü için düşük tutulurken, ticari ve bireysel sigorta primleri gereğinden yüksek belirlendi [11]. Böylece bireysel sigortalılar ve küçük işletmeler, sanayi sektörünü dolaylı olarak finanse eden bir mekanizmanın parçası haline geldi. Sigortacılık, ekonomik bir risk yönetim aracı olmaktan çıkıp, belirli sektörleri sübvanse eden bir devlet politikasına dönüşmeye başladı.

Mali Baskılar ve Hayat Sigortacılığının Ölümü

1970’lerde devletin sigorta sektörü üzerindeki baskısı, finansal düzenlemeler ve vergilendirme yoluyla daha da arttı. Sektörü sarsan ilk gelişme, hayat dışı branşlardaki idare harçlarının kaldırılması oldu. Sigorta şirketlerinin genel yönetim masraflarını karşılamak için tahsil edilen ve %7,5 ila %10 arasında değişen bu harçlar, 1971’den itibaren kademeli olarak kaldırıldı. Tarife primine ek olarak alınan bu gelir kaleminin ortadan kalkması, sektörde büyük bir tepkiye yol açtı [12].

Makale içeriği
OpenAI tarafından geliştirilen DALL-E kullanılarak oluşturulmuştur.

Ancak mali baskılar bununla sınırlı kalmadı. Sigorta sözleşmelerinden alınan %15’lik muamele vergisi önce %20’ye, ardından %25’e yükseltildi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında %2,5 olarak belirlenen bu vergi, yarım yüzyıl içinde on katına çıkmıştı. Buna ek olarak, yangın sigortalarından alınan %10’luk ek vergiyle birlikte, sigorta sözleşmelerine uygulanan vergi yükü benzersiz bir seviyeye ulaştı. Artık her 100 liralık sigorta priminin 35 lirası doğrudan devlete vergi olarak ödenmek zorundaydı. Bu durum, sigorta şirketlerinin kârlılığını ciddi şekilde zayıflatırken, sektörün büyümesini de sekteye uğrattı [13].

Sigorta şirketleri üzerindeki son büyük darbe ise ticari mevduatlardaki faiz sınırlandırmaları oldu. Planlı ekonomi döneminde finansal kaynakların öncelikli yatırım alanlarına yönlendirilmesi amacıyla mevduat faizleri baskılanıyordu. Bu çerçevede, ticari mevduatlara ödenen faiz oranları önce %2’ye, ardından %1’e düşürüldü ve 1973 itibarıyla tamamen sıfırlandı [14]. Bankalarda büyük miktarda mevduat bulundurmak zorunda olan sigorta şirketleri için bu karar, ciddi bir finansal dezavantaj yarattı. Sigorta fonları, risk yönetimi sağlayan bir araç olmaktan çıkıp, farklı sektörlerdeki yatırımları dolaylı olarak finanse eden bir mekanizmaya dönüştü.

Tüm bu yüksek vergi ve negatif reel faiz politikaları, hayat sigortacılığına ise adeta ölümcül bir darbe vurdu. Zaten ekonomik belirsizlikler nedeniyle zorlanan hayat branşı, yüksek enflasyon ve düşük finansal getirilerin etkisiyle cazibesini büyük ölçüde kaybetti. Uzun vadeli birikim esasına dayalı olan bu sigorta türü, yatırım açısından sürdürülemez hale geldi. Sonuç olarak, hayat sigortası üretimi ciddi bir gerileme yaşadı. 1953 yılında toplam sigorta primleri içindeki payı %24 ile zirve yapmış olan hayat sigortacılığı, 1980 yılına gelindiğinde %2,8’e kadar düşmüştü [7].

Dönemin Ticaret Bakanı Teoman Köprülüler’in 1978 yılında Anadolu Ajansı’na verdiği demeç, kamunun sigortacılığa bakışını özetler nitelikteydi. Köprülüler, sigorta şirketlerinin para kazanan kuruluşlar olmaktan çıkarılıp, yalnızca görevini yapan yapılar haline getirileceğini belirterek, “Sigorta şirketlerinin çoğu yabancılarla ortaktır. Kazandıkları milyonlarca lirayı döviz olarak dışarıya transfer etmekte ve bazı sigorta işlemlerini yerine getirmemektedirler. Bunları kısa sürede önleyecek yasa değişikliğini yapacağız.” diyordu [15]. Oysa, sigorta sektörünün %95’i yerli şirketlerden oluşuyordu. Bakanın sözleri, hükümetin sigortacılığın gerçeklerinden ne denli kopuk olduğunu açıkça gösteriyordu.

Yeniden Tekel Tartışmaları

1970’li yıllarda sigorta sektörünü en çok meşgul eden konulardan biri, reasürans tekelinin yenilenmesi meselesiydi. 1971 sonu itibarıyla süresi dolacak olan tekel için sektörde yoğun bir hazırlık süreci başladı. Önceki uzatmalarda olduğu gibi tek taraflı bir karar alınmasını engellemek isteyen sigorta şirketleri, bu kez daha organize hareket etmeye karar verdiler. Türkiye Sigorta Şirketleri Birliği, reasürans tekelinin yönetimini devralmak amacıyla Türkiye Reasürans adlı yeni bir şirket kurmak için girişim başlattı [16].  Bu yeni yapının sermayedarları arasında Ziraat Bankası, Sümerbank, Türkiye Emlak Kredi Bankası ve İller Bankası gibi büyük kamu finans kuruluşları yer alırken, İş Bankası da girişime katılmayı değerlendiren kurumlar arasındaydı [17]. Sigorta şirketleri, bu hamleyle reasürans tekelinin daha kapsayıcı hale geleceğini ve sektörün önceliklerini daha iyi gözeten bir yapıya kavuşacağını umuyordu.

Bu girişime karşı en büyük direniş Milli Reasürans’tan geldi. Şirket, yeni bir reasürans kuruluşuna gerek olmadığını savunarak, reasürans tekelinin özel sigorta şirketlerinin yönetimine devredilerek etkisiz hale getirilmek istendiğini öne sürdü. Karşılıklı lobi çalışmalarının ardından, hükümet kararını Milli Reasürans lehine verdi. Reasürans tekelinin işletilmesi üç yıl daha Milli Reasürans’ta kalırken, tekelin kapsamı genişletilerek hayat sigortaları da tekelleşme sistemine dahil edildi. Ayrıca sigorta şirketlerinin ihtiyari reasürans anlaşmalarında Milli Reasürans’a rüçhan hakkı tanındı [18]. Mevcut tekel yapısının daha da güçlendirilmesiyle sonuçlanan bu karar sektörde tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yarattı. Sigortacılar, Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmuştu.

Bu gelişmeler üzerine, sektördeki hayal kırıklığı hızla hukuki bir mücadeleye dönüştü. Başak Sigorta, Halk Sigorta, İstanbul Umum Sigorta, Şark Sigorta, Şeker Sigorta, Tam Sigorta, Tam Hayat Sigorta ve Türkiye Genel Sigorta gibi sekiz sigorta şirketi, reasürans tekeli kararnamesinin iptali için Danıştay’a dava açtı. Ancak üç yıl süren hukuki mücadelenin sonunda Danıştay, davacı şirketlerin iddialarını reddetti ve reasürans tekelinin devamına karar verdi [18]. Devam eden süreçte, reasürans tekeli kademeli olarak 1981 yılına kadar uzatıldı, böylece Türkiye Reasürans girişimi de rafa kalkmış oldu.

Döviz Yok Kahve Yok

1970 yılında, sigorta şirketlerinin uluslararası reasürans piyasalarına doğrudan erişimini büyük ölçüde kısıtlayan yeni bir düzenleme yürürlüğe girdi. Buna göre, sigorta işlemleri kapsamında yurtdışına yapılacak ödemeler artık Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın döviz iznine tabi hale getirildi. Ancak bu iznin alınabilmesi için yalnızca Merkez Bankası’nın onayı yeterli değildi. Milli Reasürans’ın, ilgili sigorta, reasürans veya retrosesyon işlemlerinin Türkiye’de karşılanamayacak durumda olduğunu onaylaması zorunlu hale getirildi [19].

Makale içeriği
OpenAI tarafından geliştirilen DALL-E kullanılarak oluşturulmuştur.

Bu yeni kuralların sektöre etkisi, 1970’lerin ikinci yarısında iyice hissedilir hale geldi. Türkiye’nin giderek artan döviz sıkıntısı, özellikle yurtdışından sağlanan reasürans teminatlarını doğrudan etkiliyordu. Döviz çıkışlarının sıkı denetim altına alınması, sigorta şirketleri ile uluslararası reasürans kuruluşları arasındaki ilişkileri zedelemeye başladı. Reasürörler, Türkiye’den zamanında ödeme alamadıkları için teminatlarını durdurma noktasına geldi. Dönemin şahitlerinden Doğan Sigorta Genel Müdürü Asal’ın anlattığı anekdot, bu sürecin sektöre etkilerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu [20]:

1974 ambargosu sonrası Türkiye’de ciddi bir döviz sıkıntısı vardı ve Merkez Bankası yurt dışına döviz gönderilmesine izin vermiyordu. Bu durum, reasürörlerin teminatlarını durdurma noktasına getirmişti. Sigorta sektörü için kritik olan bu teminatlardan biri bir atom reaktörünün sigortasıyla ilgiliydi. Uluslararası reasürans şirketleri, Türkiye’den ödemelerini alamadıkları için teminatlarını iptal etmeyi düşünüyordu. Tam da bu sırada, British Atomic Energy Commission genel sekreteri, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bir konferansa katılmak üzere Türkiye’ye gelmişti ve Tarabya’daki bir otelde konaklıyordu. Durumu anlatmak için hemen otele gittim ve karşısına çıktım. Ancak sekreter, sözümü keserek, “Durumu anlatma. Buraya geldim ve bir kahve istedim. Garson bana ‘Döviz yok, kahve yok’ dedi. Bunu duyduktan sonra durumu anladım. Sana söz veriyorum, teminat devam edecek, iptal etmiyoruz,” dedi.

Sigorta sektöründe tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye ise koalisyon hükümetleri, ekonomik krizler ve toplumsal çatışmaların gölgesinde yeni bir uçurumun eşiğine gelmişti. 1979’a gelindiğinde, döviz rezervleri tükenmiş, ithalat durma noktasına gelmişti. Ülke, Süleyman Demirel’in meşhur ifadesiyle adeta “70 cente muhtaç” hale gelmişti. Kasım 1979’da iktidara gelen koalisyon hükümeti, ekonomik çöküşten çıkış yolu olarak 24 Ocak Kararları ile kapsamlı bir reform paketi açıkladı. Ancak, bu reformlar henüz uygulamaya konulamadan, 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe ile demokrasi bir kez daha kesintiye uğradı. Böylece, bir askeri darbe ile başlayan planlı ekonomi dönemi, bir başka askeri darbe ile sona ermiş oldu.


Bu bölümde, Türkiye’de 1960 ve 1980 darbeleri arasında uygulanan 20 yıllık planlı ekonomi politikaları döneminin sigorta sektörü üzerindeki yapısal etkilerini inceledik. DPT öncülüğünde yürütülen sanayileşme politikaları, bazı sektörlerde önemli kazanımlar sağlasa da sigorta sektörü üzerindeki etkileri çoğunlukla olumsuz oldu. Sigortacılığın dünya genelinde büyük bir atılım yaptığı bu dönemde, Türk sigortacılığı ne yazık ki yerinde saydı. Giderek artan devlet müdahaleleri, sigorta sektörünü ekonomik kalkınmanın ayrılmaz bir parçası olmaktan çıkararak, üretimi kontrol edilen, kazançları sınırlandırılan ve büyüme şansı elinden alınan bir alan haline getirdi.  İşte bu yüzden, söz konusu 20 yılı “kayıp yıllar” olarak adlandırıyoruz.

Gelecek bölümde, Türkiye’nin 1980 sonrası finansal serbestleşme hamlelerini ve sigortacılık üzerindeki yansımalarını ele alacağız. Serbest piyasa düzenine geçiş sigortacılık sektörünü nasıl etkiledi? Yabancı sermayeye açılan sektör yıllarca süren kısıtlamaların ardından nasıl bir dönüşüm geçirdi? Bu soruların cevaplarını bir sonraki bölümde arayacağız.


Kaynaklar

[1] Uzunkaya, S. Ş. (2020). Türkiye Ekonomisi’nde 1923-1977 Yılları Arasındaki Sanayi ve Kalkınma Planlarının Değerlendirilmesi. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 19(Temmuz 2020 (Özel Ek)), 14-30.

[2] Saner, N. İ. (2021). Bir Hayat Böyle Geçti. Nesnel Medya Yayımcılık.

[3] Yazıcı, B. (1991). Genel’e Baskın. Sigorta Dünyası Dergisi, 371, s.35-37.

[4] Resmî Gazete. (1959). 7397 sayılı Sigorta Şirketlerinin Murakabesi Hakkında Kanun. Resmî Gazete, 30 Aralık 1959, No:10394.

[5] Uras, V. (1960). Sigorta Tetkik Kurulu. Sigorta Dünyası Dergisi, 3, s.10.

[6] Neyzi, A. H. (1998). Benim Sigortacılarım. Dünya Yayımcılık.

[7] Elveren, A. H. (1994). Evolution of the Turkish insurance sector and the reinsurance monopoly. Master’s Thesis. Middle East Technical University Institute of Social Sciences, Ankara.

[8] Devlet Planlama Teşkilatı [DPT]. (1968). İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 1968-1972. https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/07/Ikinci_Bes_Kalkinma_Plani-1968-1972.pdf

[9] Devlet Planlama Teşkilatı [DPT]. (1973). Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı 1973-1977. https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/08/Yeni-Strateji-ve-Kalkinma-Plani_Ucuncu-Bes-Yil_1973_1977.pdf

[10] Sigorta Murakabe Kurulu. (1970). Kasko Sigorta İstatistikleri. İçinde Otomobil Sigortaları Semineri. T.C. Ticaret Bakanlığı Sigorta Murakabe Kurulu Yayınları.

[11] Başer, H. (1967). Sigortacılığımızın Tarife Sorunları. Sigorta Dünyası Dergisi, 89, s. 1.

[12] Yazman, C. (1971). İdare Harçlarının Yankıları. Sigorta Dünyası Dergisi, 144, s.1.

[13] Sigorta Murakabe Kurulu. (1972). Sigortacılığın Geliştirilmesi Semineri. T.C. Ticaret Bakanlığı Sigorta Murakabe Kurulu Yayınları.

[14] Resmî Gazete. (1973). Ödünç Verme İşlerinde ve Mevduat Kabulünde Alınacak ve Verilecek Azamî Faiz Oranlan ile Mevduat Munzam Karşılıklarına Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasınca Verilecek Faiz ile Bu Karşılıkları Müddetinde Tesis Etmeyen Bankalara Eksik Kısım Üzerinden Tahakkuk Ettirilecek Cezai Faiz Oranları Hakkında Karar. Resmî Gazete, 12 Şubat 1973, No: 14446.

[15] Yazman, A. T. (1978).  Ticaret Bakanının Demecine Dair… Sigorta Dünyası Dergisi, 220, s.2.

[16] Yazman, S. C. (1971). Yeni Bir Reasürans Şirketi Kuruluyor. Sigorta Dünyası Dergisi, 138-139, s.1.

[17] Toprak, Z. (2010). Geçmişten Geleceğe Anadolu Sigorta: Türkiyenin Sigortası. İş Bankası Yayınları.

[18] Ekener, H. (1974). Türkiye’de Mükerrer Sigorta Sorunu ve Bütün Vesaiki ile Reasürans İnhisarı Davası. Kaya Basımevi.

[19] Başer, H. (1970). 1969’un İki Önemli Olayı. Sigorta Dünyası Dergisi, 121, s.2.

[20] Duran, B. (2006). İşbu Poliçe. Belgesel, Renkli, Betacam. AXA OYAK Sigorta.

Scroll to Top