II. Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethettiğinde, Avrupa yüz yıl süren savaşlar, iç karışıklıklar ve salgın hastalıklarla boğuşuyordu. Osmanlı’nın en parlak dönemlerinden biri olarak görülen bu yıllar, Avrupa için kaotik bir tablo çiziyordu. Ancak tüm bu kaosun içinde, Avrupa’nın ekonomik, siyasi ve teknolojik sıçrayışının temelleri atılıyordu. Ticaret yollarının genişlemesi, feodal sistemin çözülmesi, emtia üretiminin artması gibi gelişmeler, çok yakında başlayacak olan “Avrupa mucizesi”nin habercisi niteliğindeydi [1] [2].
Feodalizmin Çöküşü, Merkeziyetçiliğin Yükselişi
Avrupa’da coğrafi keşiflerle ivme kazanan denizaşırı ticaret, bölge ekonomisinde köklü bir dönüşüm yarattı. Asya ve Amerika’dan gelen değerli madenlerin Avrupa’ya akması, kıtada sermaye birikimini önemli ölçüde hızlandırdı. Üretimdeki verimlilik artışı, tarımdan ticarete birçok alanda yeniliklerin önünü açarken, Avrupa’nın hemen her bölgesinde nüfus artışı ve kentleşme hızlandı. Ticaretin canlanması, yalnızca yerel değil, uluslararası piyasaları da harekete geçirerek ekonomik büyümeyi tetikledi. Toprak sahiplerinin hakimiyetine dayanan feodal yapı zayıflarken ticaret burjuvazisinin yükselişi, ekonomik güç dengelerini değiştirdi [2] [3].
Bu toplumsal dönüşüm, kentlerde yaşayan ve üretim araçlarını kontrol eden burjuva sınıfının hızla güç kazanmasıyla sonuçlandı. Feodal lordların zayıflamasıyla doğan siyasi boşluğu, ticaret ve üretimin merkezinde yer alan bu yeni ekonomik sınıf, burjuvazi, doldurdu. Burjuvazi, yalnızca ekonomik gücünü artırmakla kalmadı, bu gücü siyasete de taşıyarak devlet politikalarını etkileyecek bir nüfuza ulaştı. Bu süreç, Avrupa’da ticaret odaklı bir ekonomik politika olan merkantilizmin egemen hale gelmesini sağladı. Avrupalı devletler, dış ticareti ulusal serveti artırmanın bir yolu olarak görüp, ihracatı teşvik ederken ithalatı sınırlamaya çalıştılar. Böylece, devlet ve burjuvazi arasındaki işbirliği, uluslararası ticaretin büyümesini destekledi, Avrupa’nın küresel ekonomik gücünü pekiştirdi [3] [4].
Avrupa’da feodalizmin zayıflaması, merkezi hükümetlerin ve ulusal ekonomilerin güçlenmesine zemin hazırladı. Denizaşırı ticaretin artması ve sömürgelerden elde edilen kaynaklar, sermaye birikimini hızlandırdı. Feodal bağlarından kurtulan köylüler, yeni iş imkanları arayışıyla kentlere akın etti. Bu göç dalgası, şehirlerde hem işgücü hem de talep artışına neden oldu. Kentlerdeki tüccarlar ve zanaatkarlar giderek daha fazla özerklik kazandı ve artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla üretim ve ticaret hacimlerini genişlettiler. Ticaretin canlanmasıyla zenginleşen tüccar, esnaf ve zanaatkarlar, birer sermayedar haline gelerek üretim araçlarının kontrolünü ele geçirdi. Böylece kapitalist üretim biçiminin temelleri atılmış oldu [3] [4].
Bu dönemde Osmanlı da önemli bir siyasi dönüşüm sürecinden geçiyordu. 15. yüzyılın sonuna kadar, merkezi bürokrasi ile taşradaki Türk kökenli aristokrasi arasında yoğun bir iktidar mücadelesi hakimdi. II. Mehmed, başarılı bir merkezileşme politikasıyla taşradaki aristokratların topraklarını kamulaştırarak bu sınıfı zayıflattı. Böylece, Osmanlı’nın siyasi ve ekonomik sistemi, devletin mutlak otoritesine dayalı bir hiyerarşi üzerine kuruldu. Üretim araçları ve ticaret tamamen devletin denetimine geçti. Osmanlı, toplumsal dengeyi muhafaza etmek amacıyla bu alanları sıkı bir şekilde kontrol etmeye başladı [4].
Devlet ve Sermaye İlişkileri
Benzer dönemlerde hem Avrupa’da hem de Osmanlı’da soylu sınıf ayrıcalıklarını kaybediyordu, ancak bu sürecin sosyoekonomik sonuçları iki bölgede farklı şekillerde ortaya çıktı. Avrupa’da feodalizmin çözülmesi, siyasi gücün büyük ölçüde burjuvazinin eline geçmesiyle sonuçlandı. Osmanlı’da ise süreç tamamen farklı gelişti. Taşradaki aristokrasi etkisizleştirilerek toprakları devlet mülkiyetine geçirildi. Merkezileşme, Avrupa’da toplumsal dinamizmi ve ekonomik serbestleşmeyi beslerken, Osmanlı’da bürokrasinin mutlak hakimiyetini pekiştirdi. Böylece, Avrupa kapitalist sisteme geçiş yaparken, Osmanlı’da merkeziyetçi ve kontrolcü bir yapı devam etti.
Osmanlı’nın merkezileşme sürecindeki bir diğer önemli farklılık da özel mülkiyet üzerindeki katı sınırlamalardı. Osmanlı, yalnızca aristokratların topraklarını kamulaştırmakla kalmadı, fethettiği toprakların büyük bir bölümünü de devlet mülkiyetine geçirdi. Üretim ve ticaret faaliyetleri devletin sıkı kontrolü altındaydı. Ticarette kâr marjları sınırlandırılıyor, üreticilerin belirli bir ekonomik büyüklüğün ötesine geçmesine izin verilmiyordu. Bu politikalar, bireylerin sermaye biriktirme imkanlarını ciddi ölçüde kısıtladı. Sermaye birikiminin büyük bir kısmı, devletin ve vakıfların kontrolündeydi. Yatırımlar ancak devletin izin verdiği ölçüde yapılabiliyor, devlet haksız kazanç elde ettiğini düşündüğü kişilerin mal varlıklarına el koyabiliyordu. Böylece Osmanlı, sermaye birikimini uzunca bir süre merkezi otoritenin denetiminde tuttu [5].
Osmanlı, sadece merkezileşme siyasetiyle değil ticaret politikasıyla da Avrupa’dan farklılaşıyordu. Avrupalı devletler, merkantilist politikaların etkisiyle ihracatı artırmayı, ithalatı sınırlamayı hedeflediler. Yerli üretimi korumak adına gümrük duvarları oluşturdular, ithalatı kotalarla kontrol altında tuttular. Buna karşılık Osmanlı, Avrupalı devletlerden tamamen zıt bir yol izleyerek geniş kapsamlı bir ithalat serbestisi uyguladı. 19. yüzyılın ortalarına kadar devam eden bu politikayla ithalata geniş bir alan tanındı, ihracata yalnızca belirli koşullar izin verildi.
Osmanlı’nın izlediği dış ticaret politikası, devletin ekonomik ve siyasi önceliklerine dayanıyordu. Osmanlı, ekonomi yönetiminde; toplumun tüketim ihtiyaçlarını karşılamayı, sosyoekonomik dengesi korumayı ve kamu maliyesini güçlendirmeyi temel hedefler olarak belirlemişti. Özellikle İstanbul’un, ordunun ve büyük şehirlerin ihtiyaçlarının karşılanması, devlet için hayati öneme sahipti. İthalat, yurt içinde yeterli miktarda bulunmayan malların temini için teşvik ediliyor, böylece pazarlarda bolluk sağlanıyordu. İhracat ise yalnızca iç talebin tamamen karşılanmasından sonra, sınırlı ölçüde izin verilen bir faaliyetti. Osmanlı’nın en güçlü dönemlerinde dahi Avrupalı tüccarlara tanınan ticari imtiyazlar, bu politikanın bir yansıması olarak görülebilir [5].
Ticaret, Kalkınma ve Sigortanın Evrimi
Osmanlı’nın sigortacılıkla tanışması işte bu siyasi ve ekonomik koşullar altında gerçekleşti. Osmanlı erken dönemlerden itibaren ticareti canlandırmak amacıyla Avrupalı tüccarlara çeşitli ayrıcalıklar tanımaya başladı. Bu ayrıcalıkların en önemlileri, Doğu Akdeniz ticaretini kontrol eden Venedik, Cenova ve Floransa gibi İtalyan şehir devletlerine verilmişti. Sigorta uygulamaları da bu ticaretin bir parçası olarak başladı. Floransalı tacir Bernardo Cambi’nin aktardığına göre, 1470 yılında İstanbul ile Porto Pisano arasındaki deniz ticaretinde %7 primle sigorta yapılmıştı. Aslında, bugünkü Türkiye topraklarındaki sigortacılığın kökeni İstanbul’un fethinden de önceye dayanmaktaydı. Nitekim, 1430’da Konstantinopolis’te yaşayan Venedikli tacir Jacomo Badoer, Konstantinopolis’ten Venedik’e yapılan sevkiyatın sigorta detaylarını hesap defterine kaydetmişti [6].

Osmanlı’da sigortacılık uygulamaları uzun yıllar boyunca deniz taşımacılığının bir parçası olarak devam etti. Bu işlemlerin hangi düzeyde ve ne sıklıkta gerçekleştiğini bilmesek de, dönemin kayıtlarından Osmanlı limanlarında Avrupalı tüccarlar aracılığıyla sigorta düzenlendiğini biliyoruz. Osmanlı’da 18. yüzyılda Batı Avrupa ile artan ticari ilişkiler, sigortacılık faaliyetlerine de yansıdı ve sigorta kelimesi bu dönemde ilk kez devlet kayıtlarına girdi. Bununla birlikte sigortacılık, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Avrupa ile yapılan ticaretin bir unsuru olarak münferit anlaşmalar şeklinde kaldı [7].
Osmanlı’da sigortacılık henüz yeni filizlenirken, Avrupa’da bu alanda önemli gelişmeler yaşanıyordu. Sanayi Devrimi’nin getirdiği verimlilik artışı, Avrupa’yı dünyanın en büyük üretim merkezlerinden biri haline getirmişti. Avrupalılar, üretim fazlasını tüm dünyaya satmak ve karşılığında ucuz gıda ve hammadde sağlamak için yıllardır geliştirdikleri geniş ticaret ilişkilerini kullandılar. Bu ticaret ağları aynı zamanda sigortacılığın yaygınlaşmasına ve gelişmesine de zemin hazırladı. Önceden bireysel tüccarlar tarafından sunulan sigorta hizmetleri, büyük sermayeli anonim şirketler tarafından sağlanmaya başladı.Bu tarihlerde, Londra’da Edward Lloyd’s kahvehanesinde toplanan sigortacılar, Lloyd’s Topluluğu adında bir dernek kurarak sigortacılık alanında önemli bir adım attılar. Bu adım, sigortacılığa dair standartların belirlenmesi ve organize bir sigorta piyasasının oluşması açısından bir dönüm noktasıydı [8].
Küresel Sigortacılığın Doğuşu
Modern sigortacılığı uluslararası pazarlara taşıyanlar, 18. yüzyılın sonunda İngiliz sigortacılar oldu. İngiltere, deniz ticaretindeki hakimiyeti sayesinde, dünyanın en uzak köşelerine yapılan ticaretleri dahi sigorta kapsamına almayı başardı. Bu durum, İngiliz sigortacılığını küresel bir güç haline getirdi. Diğer Avrupa ülkeleri de bu modeli takip ettiler. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, büyük sigorta şirketleri yabancı pazarlardaki riskleri sigortalamak için yurt dışı şubeleri açmaya başladılar. Ancak ulaşım ve iletişim ağlarının henüz yeterince gelişmediği için sigortacılığın yayılması zorlu bir süreçti. Bu nedenle sigorta faaliyetleri özellikle jeopolitik öneme sahip liman kentlerinde gelişti [8].

Osmanlı’da yerleşik sigortacılık faaliyetleri de yine bu dönemde İngilizler tarafından başlatıldı. 1838 yılında İngiltere ile imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması, İngilizlere geniş ticari imtiyazlar tanıdı. Böylece Osmanlı, İngilizler için büyük bir dış pazar haline geldi. İngilizleri, Fransızlar, Almanlar ve diğer Avrupalı devletler takip etti. Özellikle 1870 yılında Pera’da meydana gelen büyük yangın, sigorta sektörünün Osmanlı’daki gelişimini hızlandırdı. Yangının ardından sigorta şirketleri ağırlıklı olarak Fraknların (Avrupalıların) yaşadığı bu bölgedeki yüksek prim potansiyelini keşfetti. 1884 yılına gelindiğinde, sadece İstanbul’da faaliyet gösteren sigorta şirketi sayısı 88’e ulaşmıştı [8] [9].
Buraya kadar, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da ve Osmanlı’da yaşanan politik ekonomik dönüşümleri ve bu dönüşümlerin modern sigortacılığın ortaya çıkışına nasıl zemin hazırladığını ele aldık. Avrupa’da Sanayi Devrimi ile hızla artan sermaye birikimi ve küresel ticari ilişkiler modern sigortacılığı büyütürken, Osmanlı’da Batı Avrupa’nın doğrudan yabancı yatırımlarıyla sigortacılık yerleşik hale gelmeye başladı. Sonraki bölümde, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’da filizlenen yerleşik sigortacılık faaliyetlerini inceleyeceğiz. Sigorta piyasasının hangi ekonomik ve sosyal dinamikler içinde şekillendiğini, bu faktörlerin Türk sigortacılığının gelişimi üzerinde ne gibi etkileri olduğu açıklamaya çalışacağız.
Kaynaklar
1] Atar, A. (2024). Millî İktisat Bağlamında Türk Sigortacılığının Temelleri. B. Ersoy (Ed.), Yüzüncü Yılda Türk Sigorta Sektörü: Kapsamlı Bir Bakış ve Politika Önerileri içinde. (ss.13-30). Nobel Bilimsel Eserler.
[2] Jones, E. L. (2003). The European miracle: environments, economies and geopolitics in the history of Europe and Asia. Cambridge University Press.
[3] Broadberry, S., & O’Rourke, K. H. (2010). The Cambridge Economic History of Modern Europe. Cambridge University Press.
[4] Pamuk, Ş. (2017). Osmanlı-Türkiye iktisadî tarihi 1500-1914. İletişim Yayınları.
[5] Genç, M. (2000). Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ve ekonomi. Ötüken Neşriyat.
[6] De Roover, F. E. (1945). Early examples of marine insurance. The Journal of Economic History, 5(2), 172-200.
[7] Akbulut, H. (2014). Cumhuriyet Dönemine Kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda Sigortacılık. Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
[8] Borscheid, P., & Haueter, N. V. (Eds.). (2012). World insurance: the evolution of a global risk network. Oxford University Press.
[9] Baskıcı, M. (2002). Osmanlı Anadolusunda sigorta piyasası: 1860-1918. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 57(04), 1-33.